HÜKMÜN AÇIKLANMASININ GERİ BIRAKILMASI KARARI - HAGB NEDİR?


5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 231. maddesinde düzenlenen Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (HAGB) kararı, sanık hakkında mahkumiyet hükmüne bağlanan sonuçların ortaya çıkmasını engelleyen ve sanığa ikinci şans verilmesini sağlayan bir ceza muhakemesi kurumudur.          

Belirli şartların mevcut olması durumunda verilebilen hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB) kararı; sanık hakkında kurulan mahkumiyet hükmünün açıklanmasını ve bu anlamda hukuk aleminde sonuç doğurmasını engeller. Keza kişi hakkında HAGB kararının verilmesi durumunda bir mahkumiyet hükmünün varlığından söz edilemez.  Nitekim bu özelliği itibariyle de -suç konusu fiilin varlığı sabitse- HAGB kararı sanığın lehinedir.

HAGB kararının hukuki niteliği, Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 231/5. maddesinde doğrudan kanun tarafından ifade edilmiştir. Anılan kanun maddesinde “Hükmün açıklanmasının geri bırakılması, kurulan hükmün sanık hakkında bir hukuki sonuç doğurmamasını ifade eder.” denilmek suretiyle HAGB kararı verilmesi durumunda kurulan mahkumiyet hükmünün kişi hakkında hiçbir hukuki sonuç doğurmayacağı belirtilmiştir.

Hakkında HAGB kararı verilen sanık, denetim süresi içinde kasten yeni bir suç işlemezse ve diğer yandan hakim tarafından belirlenen yükümlülüklere de uygun davranırsa CMK. 223/8. maddesine istinaden davanın düşmesine karar verilir. HAGB kararı verildiği andan düşme kararının verileceği ana kadar dava dosyası derdest olarak kalır bu nedenle kişinin sanık sıfatı devam eder.


 HAGB KOŞULLARI (ŞARTLARI) – CMK. 231

  1. Sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkûmiyetinin olmaması

Sanığın daha önce kasıtlı bir suçtan mahkumiyetinin bulunup bulunmadığının tespit edilmesi için adli sicil kaydına bakılmaktadır. Yalnız burada önemle belirtmek gerekir ki adli sicil kaydından silinmiş veya silinmesi için gerekli şartlar oluşmuş olmasına rağmen silinmemiş mahkumiyet kayıtları HAGB kararının verilmesine engel olmayacaktır. (Bakınız: Adli sicil kayıtlarının silinmesi) Ayrıca meri 5352 sayılı Adli Sicil Yasası hükümlerince silinmiş adli kayıtların görüldüğü arşiv kayıtlarının da dosya kapsamına getirilmelidir. Her ne kadar arşiv kaydına alınmış kayıtlar HAGB kararının verilmesine bir engel oluşturmasa da bu husus sanığın suç işlemeye eğiliminin ve yeniden suç işleyip işlemeyeceğinin kanaatine varılmasında yol gösterici olacaktır. Bu doğrultu da bakınız CGK KARARI.

  1. Sanığa verilen cezanın, 2 yıl veya daha az süreli hapis cezası veya adli para cezası olması      

Hapis cezası yönünden üst sınır 2 yıl olarak belirtilmiş olmakla birlikte adli para cezası yönünden üst sınır belirtilmemiştir. Dolayısıyla herhangi bir adli para cezasında üst sınıra takılmaksızın hükmün açıklanması geri bırakılabilir. Ayrıca belirtmek gerekir ki hem hapis hem adli para cezası verilmesi durumunda da hapis cezasının 2 yıldan fazla olmaması koşuluyla hükmün açıklanması geri bırakılabilir. 

  1. Sanığın yeniden suç işlemeyeceği kanaatine varılması

Sanığın suça eğiliminin belirlenmesi ve dolayısıyla yeniden suç işleyip işlemeyeceği konusunda doğru kanaate varılması bakımından yukarıda da belirtildiği gibi sanığın adli sicil kayıtlarının yanında adli sicil arşiv kayıtlarına da bakılması önem arz etmektedir.  

  1.  Mağdurun veya kamunun uğradığı zararın; aynen iade, suçtan önceki hale getirme veya tazmin suretiyle tamamen giderilmesi

Yargıtay kararlarında manevi zararların giderilmesinin bu şart kapsamında değerlendirilmeyeceği ve sanığın tazmin suretiyle tamamen gidermesinin istendiği bu zararın kanaat verici basit bir araştırmayla belirlenebilecek maddi zarar olduğu belirtilmiştir.  

  1. Sanığın kabul etmesi
  1. Suçun Anayasa’nın 174’üncü maddesinde belirtilen inkılap kanunlarında yer alan suçlardan olmaması

HAGB SİCİLE İŞLER Mİ?

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB ) kararları adli sicil kaydına işlenmez dolayısıyla adli sicil kaydında görülmez. Cumhuriyet savcılıklarından veya e-devlet üzerinden bir kuruma veya özel bir şirkete verilmek üzere alınan adli sicil kayıtlarında HAGB kararı görülmez.  Fakat CMK. 231/13 maddesi kapsamında bir soruşturma veya kovuşturmaya bağlantılı olarak sadece hakim ve savcıların görebileceği özel bir sisteme kaydedilir.

HAGB İTİRAZ DİLEKÇESİ

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması(HAGB) kararının sanığa tefhim veya tebliğinden sonraki 7 gün içerisinde kararı veren mahkemeye HAGB itiraz dilekçesi ile veya mahkeme tutanağına geçirilmek suretiyle itiraz edilmesi gerekmektedir. Mahkeme itiraz dilekçesini önce kendisi değerlendirir haklı görmezse itirazı incelemeye yetkili merciye gönderir.  

2019 tarihli bir Ceza Genel Kurulu kararına göre de mahkemenin verdiği HAGB kararına karşı; itirazı inceleyen mahkeme işin esasına girecek ve bir hukuka aykırılık tespit etmesi durumunda HAGB kararını kaldırabilecektir. 


hagb itiraz
HAGB kararına itiraz dilekçesi

HAGB itiraz
HAGB itiraz dilekçesi



HAGB SONRASI SUÇ İŞLEME

Hükmün açıklanmasının geri bırakılması (HAGB ) kararı sonrasında sanık, 5 yıllık denetim süresi içerisinde mahkemece belirlenen denetimli serbestlik tedbirine aykırı davranması halinde veya kasıtlı yeni bir suç işlemesi halinde açıklanması ertelenen (geri bırakılan) hüküm açıklanır.

HAGB kararına uyulmaması nedeniyle hükmün açıklanmasında sanığın, denetimli serbestlik tedbiri olarak belirlenen yükümlülüğe uymaması durumu ve kasti yeni bir suç işlemesi durumu farklılık arz etmektedir.

Sanığın yükümlü olacağı denetimli serbestlik tedbiri HAGB kararında belirtilir. Hagb kararına uyulmaması nedeniyle açıklanan hükmü mahkeme, kendisine yüklenen yükümlülükleri yerine getiremeyen sanığın durumunu değerlendirerek; cezanın yarısına kadar belirleyeceği bir kısmının infaz edilmemesine ya da koşullarının varlığı halinde hükümdeki hapis cezasının ertelenmesine veya seçenek yaptırımlara çevrilmesine karar vererek yeni bir mahkûmiyet hükmü kurabilir.

Diğer yandan denetim süresi olan 5 yıl içerisinde sanık, kasıtlı yeni bir suç işleyebilir. Bu durumda Hagb kararına uyulmaması nedeniyle mahkeme, açıklanması geri bırakılan (ertelenen) hükmü yeniden bir değerlendirme yapmadan aynen açıklayacaktır. 


AV. TURAN ÖZKAYA





HUKUK TEKNİĞİNİN ÖNEMİ

hukuk kuramı hukuk kurumu


HUKUKUN UYGULANMASINDA HUKUK TEKNİĞİNİN ÖNEMİ


     Hukuk uygulayıcılarının vazifesi genel ve soyut kuralları özel ve somut olaylara uygulamaktır. Genel ve soyut kuralların zihnin soyutlama yeteneği sayesinde ne şekilde oluşturulduğunu başka bir yazımızda bahsettik; bu işlem esnasında zihin, özel bir halden genel bir kurala giderek akıl yürütmekte yani endüksiyon(tümevarım) yapmaktadır. Kuralın uygulanması esnasında ise zihin genel bir kuraldan yola çıkarak özel bir olaya dair akıl yürütmekte yani dedüksiyon(tümdengelim) yapmaktadır. Bu akıl yürütmeleri öğrenmemiş bir zihnin doğru uygulama yapamayacağı aşikardır.

     Hukuk eğitimi almamış bir insanla bir hukukçunun herhangi bir olaya bakışı tamamen farklıdır. Hukuk eğitimi almayan kişi olayı metotsuz gelişigüzel yorumlarken hukukçu olayı tamamen metotlu ve olabildiğince objektif yorumlar ve akıl yürütmesini 3. kişilere karşı gerekçelendirir. Bu süreç olabildiğince objektif ve duyguların dışarıda bırakıldığı* ana aktörün zihin olduğu teknik bir süreçtir.

     Hukukun uygulanması aşamasında içinden izlenmesi gereken süreç teknik bir süreçtir. Bu sürecin sonucunda şekli açıdan doğru sonuçlar elde edebilmesi için hukukçu:

1. Hukuk kavramlarını, hukuki müesseseleri ve bunların dış dünyadaki karşılıklarının ne olduğunu ne olabileceğini
2. Hukuk müesseselerinin kendi aralarındaki münasebetlerini
3. Hukuki müesseselere uygulanacak hukuk kurallarını bilmelidir ve
4. Zihnini dedüksiyon yöntemine alıştırmış olmalıdır.

Bunları başarabilen hukuk uygulayıcısı hukuk tekniğine sahip başarılı bir hukukçudur.

YASALARIN YAPIMINDA HUKUK TEKNİĞİNİN ÖNEMİ


     Hukuk tekniği, sadece hukukun uygulamasını kapsayan kavram olmanın ötesinde yasaların yapılması aşamasını da kapsar. Hukuk tekniği dikkate alınmadan yapılan bir hukuki düzenleme var olan hukuki düzenlemelerle çelişebilir. Hukuk düzenlemeleri kendi içinde uyumlu bir bütündür. Ayniyet ve çelişmezlik ilkeleri göz ardı edilerek yapılan düzenlemeler uyum ve düzeni bozacaktır. Gücünü kolay değişmezliğinden, genelliğinden ve çelişmezliğinden alan hukukun bu durumda uygulanma kabiliyeti azalacaktır.

     Ayrıca hukuk tekniğinden mahrum yasa koyucusunun koyduğu kurallar dış dünyada düzenlenmek istenilen olgulara müdahale edebilme yeteneğinden yoksun olabilir. Bu durum da yasanın kadük kalmasına işlevini yerine getirememesine sebep olabilir. Yasanın işlevsizliği yasa koyucunun otoritesinin sarsılmasına da dolaylı yoldan etki edecektir.



AV. TURAN ÖZKAYA




* Tamamen duyguların dışarıda bırakılabileceğini düşünmüyorum fakat duygular bu süreçten ne denli dışlanabilirse o derece şekli açıdan doğru sonuçlar elde edilecektir. Ayrıca sonucun hak ve nesafete uygunluğu başka bir konudur.

* teknik hukuk, teknik hukuk kuramı. teknik hukuk okulu

ACENTELİK SÖZLEŞMESİNDE MÜVEKKİLİN BORÇLARI

ACENTELİK SÖZLEŞMESİNDE MÜVEKKİLİN BORÇLARI

       Acentelik sözleşmesi tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmedir. Tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde bir tarafa ait olan hak diğer taraf için yükümlülük doğurur. Dolayısıyla bir yerde acentenin hakkından söz ediyorsak aynı zamanda karşılıklı olarak müvekkilin de borcundan söz etmek durumundayız. Ticaret Kanunumuz 120'nci maddesinde müvekkilin borçları başlığı altında müvekkilin; ücret, avans ve olağanüstü giderler hakkında faiz ödeme yükümlülüğünü, ilgili belgeleri verme yükümlülüğünü ve bilgilendirme yükümlülüğünü düzenlemiştir. Kanun müvekkilin borçlarından önemli gördüklerini düzenlemiştir. Bu düzenlemede belirtilenler dışında müvekkilin elbette borçları vardır, bu borçlar acentelik sözleşmesinden çıkartılabilir.

       Acentelik sözleşmesinin niteliği gereği müvekkil, acenteyi destekleme ve yardım etme yükümü altındadır. Müvekkilin asli edim yükümlülüğü ücret ödeme borcu olmakla birlikte destekleme ve yardım etme yükümüyle de bağlantılı olarak bilgi ve belgeleri vermek ve bilgilendirmek yükümü altındadır aynı zamanda kanunda belirtildiği gibi müvekkilin bu yükümlülükleri kanundan doğan tali edim yükümlülükleridir.



1) Belgeleri Verme Yükümlülüğü

       Müvekkilin belgeleri verme yükümlülüğü ayrıca Ticaret Kanunu ile de tasdiklenmişse de kanun tarafından bu yükümlülüğün sınırları belirtilmemiştir. O halde müvekkilin bu yükümlülüğünün çerçevesi yorum yoluyla ve mahkeme içtihatları ve doktrin vasıtasıyla çizilecektir.

       Belgelerin verilmesi yükümlülüğü müvekkile ait borçtur dolayısıyla bu borca ilişkin riskler müvekkilin omzundadır. Müvekkil borcunu zamanında ve eksiksiz biçimde yerine getirmek zorundadır. Aksi takdirde doğan zararlardan sorumlu olacaktır. Belgelerden kasıt en başta satılan mala veya sunulan hizmetlere ilişkin, acentenin faaliyetini devam ettirebilmesi için ihtiyaç duyduğu belgelerdir. Alman Ticaret Kanunu numune, çizimler, fiyat listeleri, reklam basma materyalleri, işlem şartları gibi belgeleri müvekkilin verme borcu kapsamındaki belgelere örnek olarak saymıştır(1).

       Sözleşmede acentenin belgeleri temin etmesini imkansız kılan şartlar T.K. m. 120/2 delaletiyle geçersiz sayılacaktır. Bu nedenle müvekkil vermesi gereken belgeleri sözleşme şartlarını gerekçe göstererek vermekten imtina edemez.


2) Müvekkilin Bilgilendirme Yükümlülüğü

       Müvekkilin bilgilendirme yükümlülüğü acentelik sözleşmesinde yan yüküm olmaktan ziyade Ticaret Kanunu'nda düzenlenmekle yan edim yükümlülüğü haline getirilmiştir. Kanun'un 120'nci maddesinde müvekkilin bilgilendirme yükümlülüğü düzenlenmekle birlikte ayrıca sözleşme ile acente aleyhine olacak şekilde hüküm konulamayacağı da düzenlenmiştir.

       Müvekkil acentenin faaliyetini sözleşmeye uygun yürütebilmesi için bilmesi gereken hususlarla ilgili acenteyi bilgilendirmelidir. Potansiyel yeni müşteriler, kapasite aşımı olup olmadığı, ürünle ilgili yapılması öngörülen değişiklikler, taşıma imkanlarının kötüleşmesi veya iyileşmesi, sergi ve fuarlara katılım, artık işlem kurulmasını istemediği müşterilerle ilgili bilgiler müvekkilin bilgilendirme yükümlülüğüne örnek sayılabilir(2). Buradaki bilgilendirme yükümlülüğünün kapsamı "objektif gereklilik" kıstasına göre yorumlanacaktır(3). Yani aynı iş çevresinde faaliyet gösteren ortalama bir acentenin bilmesi gereken işe dair bilgiler bu yükümlülüğün kapsamındadır. O halde müvekkilin bu borcu, acentenin subjektif ihtiyaçlarına da yönelik olacak şekilde genişletilemez.

       Müvekkil, acenteye özellikle iş hacminin acentenin normalde bekleyebileceğinden önemli surette düşük olabileceğini bildirmekle yükümlüdür. İş hacminin beklenenden düşük olması işyerinin kapatılması veya devredilmesi, ürün pazarlama ve dağıtım sisteminin değiştirilmesi, ürünün üretiminin durdurulması veya azaltılması, ürünle ilgili yapılacak değişiklikler, ulaşım zorlukları, kalite sorunları, yaşanan genel ekonomik sıkıntılar, özellikle müvekkilin ödeme güçlüğü veya borca batık durumda olması gibi farklı nedenlerden kaynaklanabilir(3).

       Kanun müvekkilin yapılan işleri kabul edip etmediğini bildirmesini ve ayrıca kurulan işlemi yerine getirip getirmeyeceğini de acenteye bildirmesini istemiştir. Sözleşme yapmaya yetkisiz acentenin bulduğu müşteri ile sözleşmenin yapılıp yapılmadığını veya yetkisiz acentenin yaptığı sözleşmenin onaylanıp onaylanmadığını müvekkil acenteye bildirmelidir. Yine aynı şekilde müvekkil, sözleşmenin akdedilmesinden sonra işin yerine getirilip getirilmediğini veya hangi oranda yerine getirildiğini acenteye bildirmek zorundadır. Bu iki durum acente açısından acentenin ücrete hak kazanıp kazanmadığının yahut hangi oranda hak kazandığının belirlenmesinde önemlidir. Müvekkilin bu borcunu yerine getirmesi acentelik sözleşmesinin niteliğinden kaynaklanan sadakat gösterme yükümlülüğünün de bir yansımasıdır.


       Ticaret Kanunu müvekkilin ücret borcunu 113 ve 116. maddeler arasında aynı şekilde olağanüstü masrafların karşılanmasını ve bunlara ilişkin faiz isteme hakkını 117 ve 118. maddelerde düzenlemiştir. Buna rağmen Kanun bu alacakları 120. maddede müvekkilin borcu diye bir kez daha düzenlemiştir. Kanun 120. maddede bu alacakları düzenlemekle bunlara emredicilik niteliği kazandırmıştır(4). Yani bu alacaklar hiç bir şekilde müvekkil tarafından sözleşme yoluyla bertaraf edilemez.


AV. TURAN ÖZKAYA


(1) Arslan KAYA, TTK Şerhi- Acentelik, Beta Yayınları, İstanbul, 2016, s. 48.
(2) Mustafa İsmail KAYA, Acentelik Hukuku, Adalet Yayınevi, Ankara, 2014, s. 295.
(3) M. İ. KAYA, a.g.e., s. 299.
(4) A. KAYA, a.g.e., s.

Sigorta Rücu Davaları-Şartları-Zamanaşımı-İtiraz

Sigorta şirketinin açtığı rücu davası 


kasko-trafik-sigortasi-rücü-davasi
Trafik sigortasi-kasko sigortasi-zarar sigortasi-rücü davalari-zamanasimi-dava sartlari- rücu hakkı nasıl kullanılır

Bazı durumlarda sigorta şirketleri tarafından bize karşı açılmış rücu davalarıyla karşılaşabiliriz. Peki nedir bu rücu davaları? Acaba sigorta şirketleri; rücu davalarıyla bizden ne talep etmekte, bu taleplerini ahngi kanuna dayandırmakta ve bu talebe hakları var mı gibi sorular sorabiliriz.

Öncelikle belirtmiş olayım ki evet bazı durumlarda sigorta şirketleri, kendi sigortalısına veya başka 3. kişilere karşı rücu davaları açabilir. Bunlar yaptırdığınız trafik sigortasından kaynaklı sigorta rücu davaları olabileceği gibi bir başkasının yaptırdığı zarar sigortalarından kaynaklanan sigorta rücu davaları da olabilir. İşte bu iki çeşit rücu davasına ilişkin genel bilgileri aşağıda bulabilirsiniz.

1) Trafik sigortasından(ZMMS) kaynaklanan sigorta rücu davaları


Bu kısımda bir trafik kazası sonucunda meydana gelen zarara karşılık sigortacının ödediği sigorta tazminatı ve kendi sigortalısından almak için açtığı rücu davalarını anlatacağım.

Bilindiği üzere trafik sigortası(zorunlu mali mesuliyet sigortası), sigortalının karayollarında kaza yapması ve buna bağlı olarak tazminat sorumluluğunun doğması riskine karşı yaptırılan bir zorunlu sigortadır. Sigortalı, sigortacıya her yıl belirli miktar prim öder buna karşılık sigortacı da sigortalısının bir kazaya karışması durumunda onun ödemek zorunda kaldığı/kalacağı tazminatı 3. kişilere öder.

Fakat bazı durumlarda sigortacı 3. kişiye yaptığı ödemeleri kendi sigortalısından geri alır yani ona rücu eder. Burada "Sigortalı sigortacıya zaten kendisinden istenebilecek tazminatlar istenmesin ve bunları sigortacı ödesin diye her yıl prim ödüyor. Sigortacı, ödeyeceği parayı sigortalısından geri alabilecekse o zaman  sigortalı boş yere prim ödemiş olmuyor mu?" diye sorulabilir.

İlk bakışta bunun sigorta mantığına ters düştüğü doğrudur fakat kanun koyucu sigortalı sürücünün bazı fiillerini çok ağır bulduğu için bu fiillerinden dolayı sigortalıyı korumak istememiştir. Böylece sigorta primlerini ödemiş olsa dahi onu sigorta korumasından mahrum bırakmıştır. Bahsi geçen bu fiiller yani sigortacının ödediği tazminat için bu ödemeyi, sigortalıya rücu edebileceği durumlar Trafik Sigortası Genel Şartlarının B.4 maddesinde sayılmıştır.(Bkz: Trafik sigortası genel şartları)

Sigortalıya başlıca şu nedenlerle rücu edilir:

a) Tazminatı gerektiren olay, sigortalının veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kasti bir hareketi veya ağır kusuru sonucunda meydana gelmiş ise, 
b) Tazminatı gerektiren olay, aracın ilgili mevzuat hükümlerine göre gereken ehliyetnameye sahip olmayan veya geçerliliğini yitirmiş sürücü sertifikasına sahip ya da ehliyetine geçici/sürekli el konulmuş kimseler tarafından sevk edilmesi veya trafik kurallarının ağır kusur ile ihlali sonucunda meydana gelmiş ise, 
c) Aracın, uyuşturucu madde veya ilgili mevzuatta belirlenen seviyenin üzerinde alkollü içki almış kişilerce veya aynı mevzuatta alkollü içki alamayacağı belirtilen kişilerce alkollü içki alınmak suretiyle kullanılması sırasında meydana gelen zararlar, (Alkol sınırı ve alkollü araç kullanmak hakkında "Alkollü araç kullanma ve cezası" yazıma bakabilirsiniz.) 
ç) Tazminatı gerektiren olay, yolcu taşımaya ruhsatlı olmayan araçlarda yolcu taşınması veya yetkili makamlarca tespit edilmiş olan istiap haddinden fazla yolcu veya yük taşınması veya patlayıcı, parlayıcı ve tehlikeli maddeleri taşıma ruhsatı bulunmayan araçlarda, bu maddelerin parlama, tutuşma ve infilakı yüzünden meydana gelmiş ise, 
d) Sigortalının rizikonun gerçekleşmesi halinde bu genel şartların B.1. maddesinde belirtilen yükümlülükleri yerine getirmemesinden dolayı zarar ve ziyan miktarında bir artış olursa, 
e) Tazminatı gerektiren olayın aracın çalınması veya gasp edilmesi sonucunda olması halinde, çalınma veya gasp edilme olayında sigortalının kendisinin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kusurlu olduğu tespit edilirse, 
f) Bedeni hasara neden olan trafik kazalarında sigortalının veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin,  tedavi veya yardım amaçlı sağlık kuruluşuna gitme, can güvenliği nedeniyle uzaklaşma gibi zorunlu haller hariç olmak üzere, olay yerini terk etmesi veya kaza tutanağı, alkol raporu vb. kazanın oluş koşullarına ilişkin gereken belgelerin düzenlenmesi yükümlülüğüne aykırı davranması halinde,

Sonuç olarak; sigortacı KTK(Karayolları Trafik Kanunu)'nın 95. maddesi ve Trafik Sigortası Genel Şartlarının B.4 maddesine dayanarak sigortalısına 3. kişiye ödediği tazminat miktarını rücu edebilir.

Peki yukarıda 7 bent halinde sayılan durumlarda sigortacının koşulsuz şartsız rücu hakkı var mıdır? Örneğin yukarıdaki "c" bendine göre her alkol alan kişinin trafik kazasına karışması durumunda otomatikman sigortacının rücu hakkı doğar diyebilir miyiz? Ya da "a" bendine göre bazı durumlarda kişi yüzde yüz kusurlu olsa dahi her koşulda sigortacının rücu hakkı doğar mı?

Tabiki hayır. Yukarıdaki bentlerde sayılan her bir durumun sizin özel haliniz göz önüne alınarak yorumlanması gerekir. Bunun içinde muhakkak suretle bir avukata danışmanızı öneririm. Dolayısıyla sigorta şirketinin, sigorta rücu davası açmadan önce size göndereceği ihtarnameye göre hemen ödeme yapmayıp ödeme yapmadan önce durumu araştırmanız yararınıza olacaktır.

Sigortacı bu davayı KTK m. 95'e ve Trafik sigortası genel şartlarının B.4 maddesine dayanarak açar. Ayrıca bu rücu davası genel şartların B.3 maddesinde belirtilen halefiyete dayalı bir rücu davasıdır. O takdirde söz konusu rücu davası basit bir rücu davası değil sigortalı ile hak sahibi(zarar gören) arasındaki ilişkiye göre hareket edilecek ve sigortacının, zarar görenin savunma vasıtalarına sahip olduğu bir rücu davasıdır.(Halefiyete ilişkin daha ayrınıtılı bilgi için "sigorta hukukunda halefiyet" yazıma bakabilirsiniz.)

Rücu davasında yetkili mahkeme. Sigortalı ile zarar gören arasındaki ilişki, haksız fiilden kaynaklı bir borç ilişkisi olmakla birlikte rücu davası, mutlak ticari davadır. Bu durumda zarar gören yerine geçen sigortacı da buna göre davayı Asliye Ticaret Mahkemesinde açacaktır. 

Rücu davasında zamanaşımı. KTK. m. 109'a göre sigortacının kendi yükümlülüğünü yerine getirdiği günden başlayarak rücu talebi iki yılda zamanaşımına uğrar. Sigortacı zarar görene ödeme yapmadıkça bu davayı açamaz bu nedenle sigortacı asıl alacaklıya ödeme yaptığını ispat etmesi gerekir.

Sigortacının açtığı rücu davasının şartları:
  1. Trafik sigortalarına dayalı olarak sigortacının halefiyete dayanan rücu hakkının doğması için geçerli bir sigorta sözleşmesinin ve bu sözleşmeye uygun olarak yapılmış bir ödemenin olması gerekir.
  2. Sigortacı ancak sigorta tazminatını ödedikten sonra zarar gören 3. kişinin yerine geçer. Dolayısıyla sigortacı sigortalısına karşı dava açabilmesi için önce kendi borcunu zarar görene karşı ifa etmiş olmalıdır. Ayrıca sigortacı ancak zarar görene ödediği miktar kadar sigortalısına rücu davası açabilir. Yapılan rücu davasında sigortalı karşı tarafın kusuru nedeniyle tazminat bedelinden indirim talep edebilir.  
  3. Sigortacının Trafik sigortası genel şartlarının B.4 maddesinde sayılan durumlarından birine veya bir kaçına dayanarak rücu davası açması gerekir. 

2) Zarar sigortalarından kaynaklanan sigorta rücu davaları


Özel sigortalar zarar(tazminat) sigortaları ve bedel sigortaları olmak üzere ikiye ayrılır. Zarar sigortaları ise kendi içerisinde yangın sigortaları, kaza sigortaları, nakliyat sigortaları, mühendislik sigortaları tarım sigortaları ve kefalet sigortaları olarak bir çok alt dala ayrılır. Sigorta rücu davaları halefiyet ilkesine bağlı olarak sadece zarar sigortalarında gündeme gelir. (Sigorta hukukunda halefiyet ilkesi için bknz: "sigorta hukukunda halefiyet") Bedel sigortalarında halefiyet ilkesi geçerli değildir.

Bu başlık altında anlatacağım rücu davaları yukarıda anlattığım rücu davalarından en başta davanın açıldığı taraf bakımından farklıdır. Trafik sigortalarından doğan rücu davalarında sigortacı kendi sigortalasına karşı dava açarken, burada anlatacağım davalarda sigortacı sigortalısından başka bir 3. kişiye dava açıyor.

Örneğin kasko sigortası bir kaza sigortası türü olmakla temelde zarar sigortasıdır. Kasko sigortasında kişinin aracına malik olma menfaati sigortalanır. 3. bir kişi aracınıza zarar verdiğinde verilen zarar poliçe dahilinde kalıyorsa sigortacı tarafından karşılanır. Sigortacı da size yaptığı ödemeyi döner 3. kişiden alır. Bunu o kişiye karşı rücu davası açarak yapar.

Bir başka örnek olarak X şirketinin yurtdışından makina getirtiyor olduğunu ve makinenin taşınması sırasında bir zarar doğması olasılığına karşı da şirketin nakliyat sigortası yaptırmış olduğunu varsayalım. Milyon liralık makine, taşıma sırasında yapılan bir hatadan dolayı kullanılamaz hale geldiğinde sigortacı, sigorta tazminatını makine sahibi şirkete ödeyecek ve buna karşılıkta zararın meydana gelmesinde sorumluluğu olan 3. kişilere karşı rücu davası açacaktır.

Sigortacının açacağı zarar sigortasından kaynaklı rücu davasının kanuni dayanağı Ticaret Kanunu'nun 1472. maddesidir. 1472. madde sigortalının meydana gelen zarar nedeniyle 3. kişilere karşı var olan dava hakkının sigortacının tazmin ettiği bedel kadar sigortacıya geçeceğini ifade eder. Dolayısıyla burada sigortacı sigortalısının yerine geçmekte sigortalı ile 3. kişi arasındaki hukuki ilişkiye göre dava sürdürülmektedir. Bu nedenle görülecek rücu davasında yetkili mahkeme, zamanaşımı ve ispata dair maddi kurallar sigortalı ile zarar veren 3. kişi arasındaki hukuki ilişkiye göre belirlenecektir. 

 Görevli mahkeme

Zarar sigortasına ilişkin rücu davalarında görevli mahkeme sigortalı ile 3. kişi arasındaki ilişkiye göre belirlenecektir. Söz konusu zarar bir ticari ilişkiden mütevellit ise Ticaret Mahkemesinde veya normal bir haksız fiil ilişkisi ise asliye hukuk mahkemelerinde dava görülecektir.

Zamanaşımı

Zarar sigortasına ilişkin rücu davasında geçerli olan zamanaşımı Ticaret Kanunu'nun 1482. maddesinde bellirlenmiş zamanaşımı değildir. Zamanaşımı da yine sigortalı ile 3. kişi arasındaki ilişkiye göre belirlenecektir. Aralarındaki ilişkinin haksız fiil ilişkisi olması durumunda farklı bir sözleşme ilişkisi olması durumunda farklı zamanaşımı süreleri söz konusu olacaktır.

Dava şartları


  1. TTK. 1472. maddede düzenlenen sigortacının halefiyete dayanan rücu hakkının doğması için geçerli bir sigorta sözleşmesinin ve bu sözleşmeye uygun olarak ödemenin yapılmış olması gerekir.
  2. Kanun metninde de açıkça belirtildiği üzere sigortacı ancak sigorta tazminatını ödedikten sonra sigortalının yerine geçer. Dolayısıyla sigortacı sorumlulara karşı dava açabilmesi için önce kendi borcunu sigortalıya karşı ifa etmiş olmalıdır.
  3. Sigortalının sorumlulara karşı dava hakkı varsa bu hak tazmin ettiği bedel kadar sigortacıya geçeceği için öncelikle sigortalının sorumlulara karşı dava hakkı olmalıdır.

AV. TURAN ÖZKAYA



turanozkaya.blogspot.com- sigorta rücu davaları- sigorta rücu davalarında zamanaşımı- olay yeri terk sigorta rücu- trafik kazalarında sigorta şirketinin rücu hakkı- rücu hakkı nasıl kullanılır- sigorta şirketi bana dava açtı - sigorta şirketinin açtığı rücu davası

Rücu nedir?-Rücu hakkı nedir?-Rücu davası

Rücu nedir?-Rücu hakkı nedir?-Rücu davası

rucu-nedir-ne-demektir- rucu-etmek-rucu-davasi
Rücu nedir-ne demek? Rücu hakkı, rücu etmek ve rücu davası ne demektir?

Rücu nedir?


Rücu; arapça kökenli bir kelime olup geri dönme, vazgeçme, cayma ve sözünden dönme anlamlarına gelmektedir. Rücu kelimesi bugün çoğunlukla birer hukuki terim olan rücu hakkı ve rücu davası kavramları içerisinde kullanılmaktadır.

Rücu hakkı nedir?


Rücu hakkı, bir kimsenin alacaklısına ödediği şeyi başka birinden istemeye yetkisinin olmasını ifade eder.

Eğer rücu hakkınız varsa birisine ödediğiniz miktarı siz de dönüp başka birisinden isteyebilirsiniz. Yani birine bir şey veriyorsunuz sonra sizde verdiğiniz şeyi dönüp başkasından alıyorsunuz böylece verdiğiniz şeyi rücu etmiş oluyorsunuz.(rücu etmek).

Birisine borcunuzu ödediğinizde kanun buna ilişkin size bir rücu hakkı tanımışsa ödediğiniz miktarın tamamını veya bir kısmını başkasından rücu davası açarak geri alabilirsiniz. İşte kanunun tanıdığı bir rücu hakkına dayanarak alacağın talep edilmesi amacıyla açılan davaya da rücu davası denir.

Örneğin hukukumuzda Borçlar Kanunu'nun 167. maddesine göre müteselsil borçluların birbirlerine karşı rücu hakkı vardır. Mesela bir kira sözleşmesini müteselsil borçlu olarak kiracı sıfatıyla Ali ve Veli imzalamışsa bunlar ev sahibine karşı borcun tamamından birlikte sorumlu olurlar. Dolayısıyla ev sahibi borcun tamamını Ali'den talep ettiğinde o kişi bütün borcu ev sahibine ödeyecek ve Veli'ye ait olan fazla kısmı Veli'den isteyecektir. Veli'nin borcunu ödememesi durumunda ise Ali Veli'ye karşı rücu davası açabilecektir.

Özel hukukta bir tarafa rücu hakkının tanındığı bir çok kanun hükmü vardır. Haksız fillerde(BK. m. 62), müteselsil borçlulukta(BK. m. 167), kefalet ilişkisinde(BK. m. 587), sigorta hukukunda sigortacının rücu hakkı(TK. m. 1472) gibi hükümler rücu hakkının düzenlendiği hükümlere birer örnektir.

İdare hukukunda da belirli durumlarda devletin rücu hakkı düzenlenmiştir. Örneğin kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken bir zarar doğmasına neden olmaları sonucunda idare tazminat ödemek zorunda kalırsa ödediği miktarı zarara sebep olan kamu görevlilerine rücu edebilir. 

Sigortacının rücu hakkı. Ticaret Kanunu'nun 1472. maddesinde ve Karayolları Trafik Kanunu'nun 95. maddesinde sigortacının sahip olduğu rücu hakkı düzenlenmiştir. Sigortacının sahip olduğu rücu hakkını ve buna bağlı olarak açabileceği rücu davalarına ilişkin "SİGORTA RÜCU DAVALARI-ZAMANAŞIMI-İTİRAZ DAVA ŞARTLARI" yazımda daha ayrıntılı bilgiler verdim. Arzu ederseniz bu yazıya bakabilirsiniz.

 Sosyal Güvenlik Kurumunun rücu hakkı. 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 21 ve 23. maddelerinde SGK'nın iş kazası ve meslek hastalığı durumlarında işverene karşı sahip olduğu rücu hakkı düzenlenmiştir. SGK'nın rücu hakkına ve açacağı rücu davalarına ilişkin yazımda daha ayrıntılı bilgiler verdim. Arzu ederseniz bu yazıya bakabilirsiniz.



AV. TURAN ÖZKAYA



turanozkaya.blogspot.com, rücu nedir - rücu ne demek? - rücu hakkı nasıl kullanılır 

BİLME VE DÜŞÜNMEYE DAİR

BİLME VE DÜŞÜNMEYE DAİR


düşünmek bilmek bilgi bilim nedir

       Aristo'ya göre insanı, diğer canlılardan ayıran türsel özelliği onun akıl sahibi olmasıdır. Bu önermesinin sonucu olarak da insan özü gereği bilmek ister demiştir. Bilmek insanın insan olmaklığıyla ilgili ontolojik bir ihtiyacıdır. Evet insan merak duygusunu kaybetmedikçe düşünür ve bilmek ister.

       Bilme aklın eşyayla olan bilinçli teması sonucu gerçekleşir. Bilme faaliyetinde bilmeyi isteyen suje aktif olmak zorundadır. Akıl duyusal dünyadan soyutlamalar yoluyla elde ettiği kavramlar üzerine düşünür. Bu anlamda filozof veya alim gerçeği kavramlar yoluyla bilen kişidir. Felsefi manada düşünmek demek tümeller üzerine düşünmektir. Bizim çokça yaptığımız somut olaylar, kişiler veya durumlar üzerine yani tikeller üzerine aklın yönelmesi düşünmek değildir.

       Günümüzde biz çoğunlukla malumat sahibi oluyor, enforme oluyor ve fakat bilgi sahibi, ilim kesbeden yani alim olmuyoruz. Enformasyon(bilgilendirme)da suje pasiftir yani dışarıdan verilen bilgi seline maruz kalır. Bizler okulda öğretmenler tarafından, telefondaki internet ve evdeki televizyon tarafından vesaire tek yanlı olarak bilgi seline maruz kalıyor enforme oluyoruz. Ne yazık ki bundan dolayı bizler en temel ontolojik ihtiyacımız olan bilmekten ve düşünmekten mahrum kalıyoruz. İnsan düşünmekle varlığını ortaya koymaktadır ki bir açıdan bundan dolayı da Descartes "Düşünüyorum o halde varım" dememiş midir? Ayrıca bugün büyük çapta toplumsal sorunlarla boğuşan bu toplumun düşünce üreten fikir işçilerine hiç olmadığı kadar muhtaç olduğu da açıktır.

       İlk çağ filozofları bilmenin anlamı, imkanı ve yöntemi üzerine düşünmüşler ve bunlara dair düşüncelerini de ifade etmişlerdir. Bu yazıda Platonun bilgiye dair düşüncelerini notlarımdan faydalanarak yazacağım.

BİR ŞEYİ BİLEBİLİR MİYİZ? BİLEBİLİRSEK NEYİ BİLEBİLİRİZ?


       Platon ve Aristoya göre evet bizler bazı şeyleri bilebiliriz ve bunların üzerine düşünebiliriz ve bu bilebileceğimiz şeyler tümel, değişmez, evrensel ve zamandışı olmak zorundadırlar. Yani bizler sürekli değişen bir sabitesi olmayan şeyler üzerinde evrensel bir hükme varamayız ve dolayısıyla da bunları bilmemiz mümkün değildir. Öyle şeyler bulmalıyız ki bunlar  değişmez ve sabit hakikatler olsun ve dolayısıyla biz bunların bilimini yapabilelim. Bu husus Platon ve Aristo'nun üzerinde net olarak uzlaştıkları bir husustur.

PLATON'UN İDEALAR KURAMI VE BİLGİ FELSEFESİ

platon idealar kuramı bilgi felsefesi

        Platon yukarıda anlatılan husustan yola çıkarak "idealar kuramını" geliştirmiştir. İdealar kuramı, duyusal dünyada var olanların dışında ve üstünde yer alan bir idealar aleminden bahseder. Duyusal dünyada bulunan şeyler idealar aleminin birer taklididir, kopyasıdır veya yansımasıdır. Duyusal dünya değişimin ve bozulmanın olduğu dünyadır oysa idealar dünyasında değişmezlik ve mükemmellik vardır. Mesela duyusal dünyada çok çeşitli elma vardır. İdealar dünyasında da bunun karşılığı olan ve duyusal dünyadaki bütün elmaların kendisine benzemeye çalıştığı, tümel ve değişmez bir elma ideası vardır. Duyusal dünyadaki şeyler eksiktir, kusurludur bunların bilgisi gerçek bilgi olamaz ancak ideaların bilgisi gerçek bilgi olabilir. Çünkü ideaların bilgisi tümel, değişmez, evrensel ve zamandışıdır.

       Platon aslında bizim bugün "kavram" dediğimiz şeye "idea" demektedir. Örneğin "elma" yı bir tür ismi olarak kabul edelim. Dünyada(duyusal dünyada) rengi, şekli ve tadı farklı olan çeşit çeşit elma vardır işte Platon diyor ki bu gördüğümüz, tattığımız, dokunduğumuz elmaların biz bilimini yapamayız çünkü bu elmalar farklılık arzediyor diyor. Bu dünyanın dışında "elma" diye bir idea var ve bu idea tümel, değişmez ve evrensel olduğu için biz ancak bu elma ideasının bilimini yapabiliriz demektedir. Platon kavram realistidir. Yani Platon yaşadığmız dünya dışında idealar diye bir dünyanın gerçekten var olduğunu ve bu dünyayı aklın icat etmediğini keşfettiğini düşünmektedir.

        Platon ideaların var olduğundan ve bunların özelliğinden bahsetmiştir fakat tek başına idealar varlığı düşünmek bilgi üretmek için yeterli değildir aynı zamanda önermeler de üretebilmek gerekmektedir. Önermeler ancak ideaların birbiri ile ilişki içerisine sokulmasıyla mümkün olabilir. Platon ideaları birbiri ile ilişki içerisine sokabilmek amacıyla kuramına en yüksek cinsler öğretisini eklemiştir. En yüksek cinsler bütün ideaların kendilerinden pay aldığı üst idealardır. Bunlar: 1) varlık, 2) aynılık, 3) başkalık, 4) hareket ve 5) sukunetdir. Bütün idealar varlık ideasından pay alır fakat aynı şey diğer dört cins için geçerli değildir. Örnek vermek gerekirse:
"Elma bir  varlıktır" burada elma ideası ile varlık ideası arasında bir ilişki kurulmuş yani önerme kurulabilmiştir. Elma ideasına varlık ideası yüklenebilmiştir. Varlık ideası elma gibi bütün idealara yüklenebilirken diğer dört cins her şeye yüklenemiyor yani bir ideaya ya hareket ideasını yükleyebilirsiniz ya da sükunet ideasını yükleyebilirsiniz.

       Ayrıca Platon en yüksek cinsler öğretisiyle "yanlış" ve "yokluk" un ne olduğu problemlerine de çözüm üretmiştir. Platona göre yanlış birbiri ile ilişki içerisine sokulması mümkün olmayan iki ideayı birbirine yüklemektir. Yokluk ise aslında bir mantıksal olumsuzlamadır. Örneğin Balık balıktır(balık balık olarak vardır), balık at olarak var değildir dolayısıyla balık at olarak yoktur.

       Platon'un kuramı deneyi ve gözlemi reddetmektedir. Çünkü duyusal dünyadaki şeylere ilşkin bilgi gerçek bilgi değildir. Gerçek bilgi ideaların bilgisidir ve bunlara da ancak saf akıl yoluyla ulaşılabilir yani duyularımızdan ne denli uzaklaşabilirsek gerçek bilgiye o kadar fazla yaklaşabiliriz.  Platon bugün bizim bilim ve felsefe dediğimiz bilgiye ulaşma etkinliklerine diyalektik demektedir. Yani Platonda diyalektik gerçek bilgiye ulaşmanın adıdır. Diyalektik ise ikili bölme sistemi(diaresis) adını verdiği metodu uygulamaktadır. Diaresis yönteminde önce analiz sonra da sentez yapılarak tanım yapılmaktadır. Diyalektikçi de bu yöntemi iyi uygulayan kişidir.

       Peki Platon'un kuramına göre duyusal dünya nasıl bilinecektir? Duyusal dünya idealar dünyasının bir kopyası olması açısından ideaların bilinmesiyle bilinebilecektir. Yani önümüzde duran bir çiçeği bilmek için onu incelemek, koklamak ve ona dokunmak  yerine(hatta bunları yapmamak için azami özeni göstermeliyiz) çiçek ideasını düşüneceğiz ve ancak çiçek ideasından yola çıkarak önümüzdeki çiçeği bilebileceğiz.

TURAN ÖZKAYA

Sigorta Hukukunda Halefiyet

Sigorta Hukukunda Halefiyet

sigorta rücu davası halefiyet nedir


Genel Olarak Halefiyet


       Genel olarak halefiyet Borçlar Kanunu'nun 127. maddesinde düzenlenmiştir. Borçlu borcunu kural olarak bizzat ödemek zorunda değildir. Bazı durumlarda borçlunun borcunu, borç ilişkisinin tarafları değişmeksizin araya giren bir 3. kişi ifa edebilir. Böylece 3. kişinin ifası ölçüsünde borçlu borcundan kurtulur ve sonrasında 3. kişi de alacaklıya yaptığı ödemeyi borçluya rücu eder. İşte 3. kişinin burada sahip olduğu rücu hakkını daha da güçlendirmek için kanun koyucu rücu hakkını halefiyetle güçlendirmek istemiştir. Halefiyette 3. kişi alacaklının halefi(ardılı) olmakta ve alacaklının sahip olduğu haklara sahip olmaktadır. Önceki alacaklının savunma haklarına sahip olmakta ve zamanaşımı gibi hususlar borçlu ile alacaklı arasındaki hukuki ilişkiye göre belirlenmektedir. Bu yönüyle halefiyet basit rücu hakkını daha da güçlü hale getirmektedir.

       Halefiyet her rücu ilişkisinde geçerli olmayan istisnai bir düzenlemedir. Bu anlamda bir hukuki ilişkide halefiyetin mümkün olabilmesi için o ilişkide halefiyetin geçerli olacağına dair bir kanun hükmü olmalıdır. Sigortacılıkta halefiyet ilkesinin uygulanması da dayanağını Ticaret Kanunu'nun 1472. maddesinden alır. 1472. maddesinde zarar sigortalarında geçerli olan halefiyet ilkesi düzenlenmiştir ve 1486. madde ile de bu ilkenin taraflarca kaldırılamayacağı düzenlenmiştir.

Sigortacılıkta Halefiyet


TTK. m. 1472: “Sigortacı, sigorta tazminatı ödediğinde hukuken sigorta ettirenin yerine geçer. Sigorta ettirenin gerçekleşen zarardan dolayı sorumlulara karşı dava hakkı varsa bu hak, tazmin ettiği bedel kadar sigortacıya intikal eder. Sorumlulara karşı bir dava veya takip başlatılmışsa, sigortacı mahkemenin veya diğer tarafın onayı gerekmeksizin halefiyet kuralı uyarınca, sigortalısına yaptığı ödemeyi ispat ederek, dava veya takibi kaldığı yerden devam ettirebilir.”

       Zarar sigortalarında sigortacının asli edim yükümlülüğü, sigortalının poliçe kapsamındaki zararlarını gidermektir. Zarar sigortalarında üçlü bir ilişki vardır. Sigortalı ile karşı taraf(3. kişi) arasındaki hukuki ilişkiden kaynaklanan bir zarar doğduğunda 3. kişinin kusuru oranında; sigortalı alacaklı, 3. kişi borçlu konumuna gelmektedir. Bu ilişkide sigortacı ise meydana gelen zarar için sigorta tazminatını sigortalıya ödemekle esasında 3. kişinin borcuna karşılık ifada bulunmuş olmaktadır. Bundan dolayı sigortacı sigortalıya yaptığı ifa ölçüsünce sigortalının haklarına halef olmaktadır.

       Halefiyette esasında sigortacının sigortalıya yaptığı ödemeye karşılık 3. kişiye bu ödemeler için rücu davası açması söz konusudur. Bu rücu hakkı, kanundan doğan ve sigortalının haklarına halef olmaya dayanan bir rücu hakkıdır ve bu nedenle basit bir rücu hakkı olmamakla esas hukuki ilişkiden bağımsız değildir. Sigortacının açacağı rücu davasında zamanaşımı sigortalı ile 3. kişi arasındaki hukuki ilişkiye göre belirlenecektir. Sigortalı ile 3. kişi arasındaki hukuki ilişki, haksız fiile dayanıyorsa haksız fiilden doğan borç ilişkisine göre ya da sözleşmeye dayanıyorsa sözleşmeden doğan borç ilişkisine göre zamanaşımının süresi ve başlama zamanı belirlenecektir. Dolayısıyla bu davalarda zamanaşımı konusunda 1482. madde geçerli değildir. Aynı şekilde sigortalı ile 3. kişi arasndaki hukuki ilişkiye göre davanın görüleceği mahkeme belirlenecektir. Sigortacı, açılan davada sigortalının sahip olduğu bütün savunma vasıtalarına sahiptir. Ayrıca sigortacıya geçen alacak hakkı bütün fer'ileriyle geçer. Bu yönlerden sigortacının rücu hakkı basit bir rücu hakkından ayrılır.

       Halefiyet ilkesi sayesinde sigortacı sigortalıya yaptığı ödemeyi 3. kişiden rücu davasıyla talep edebilecektir. Buna karşılık sigortalı da sigortacıdan aldığı sigorta tazminatı miktarı kadar bir kısım için 3. kişiden talepte bulunamayacak yani bu kısım için sahip olduğu hak sigortacıya geçmiş olacaktır. Bu sayede sigortalının zenginleşme yasağına aykırı davranması engellenmekte ve rizikonun gerçekleşmesi sigortalı için arzu edilebilir durum olmaktan çıkarılmaktadır. Diğer taraftan 3. kişi de zarar verici kusurlu davranışının sonuçlarına katlanmış olmaktadır .

Sigortacının Halefiyet kuralından yararlanabilmesinin şartları


  1. TTK. 1472. maddede düzenlenen sigortacının halefiyete dayanan rücu hakkının doğması için geçerli bir sigorta sözleşmesinin ve bu sözleşmeye uygun olarak ödeme yapılmış olması gerekir.
  2. Kanun metninde de açıkça belirtildiği üzere sigortacı ancak sigorta tazminatını ödedikten sonra sigortalının yerine geçer. Dolayısıyla sigortacı sorumlulara karşı dava açabilmesi için önce kendi borcunu sigortalıya karşı ifa etmiş olmalıdır.
  3. Sigortalının sorumlulara karşı dava hakkı varsa bu hak tazmin ettiği bedel kadar sigortacıya geçeceği için öncelikle sigortalının sorumlulara karşı dava hakkı olmalıdır.

AV. TURAN ÖZKAYA


 Ayrıca Bakınız:  http://ozkayalaw.com/?p=3025

Sigortacılıkta Halefiyet İlkesi

Sigortacılıkta Halefiyet(Ardıllık) İlkesi*

halefiyet nedir rücu davası turan özkaya


       Sigortacılıkta halefiyet ilkesi; sigortacının, sigortalıya ödeme yaptıktan sonra hukuken sigortalının yerine geçerek ödediği miktarı 3. kişilerden  talep etmesini ifade eder. Yani sigortacı sigortalısına ödeme yapıyor ve sonrasında yaptığı ödemeyi halefiyet ilkesine dayanarak zarara sebep olan 3. kişilerden istiyor. Örneğin bir A kişisinin evini yangına karşı sigortalattığını ve alt dairede oturan kişinin dikkatsizliği yüzünden yangın çıktığını ve bu yangından dolayı A'nın da evinin yandığını düşünelim. Bu olayda A kişisi yanan evinde meydana gelen zarar için sigortacısından sigorta tazminatını alır. Sonrasında A'nın sigortacısı da halefiyet ilkesi gereği A'nın komşusuna karşı ileri sürebileceği haklara sahip olur ve komşuya dava açarak A'ya ödediği bedeli komşusundan talep eder. Bir başka örnek olarak X şirketinin yurtdışından makina getirtiyor olduğunu ve makinenin taşınması sırasında bir zarar doğması olasılığına karşı da şirketin nakliyat sigortası yaptırmış olduğunu varsayalım. Milyon liralık makine, taşıma sırasında yapılan bir hatadan dolayı kullanılamaz hale geldiğinde sigortacı, sigorta tazminatını şirkete ödeyecek ve buna karşılıkta halefiyet ilkesi gereğince bu zararın meydana gelmesinde sorumluluğu olan 3. kişilere karşı dava açacaktır.

       Halefiyet ilkesi gereğince sigortacı ancak ödediği sigorta tazminatı kadar bedel için sigortalının haklarına sahip olur ve kalan miktar için sigortalının hakları devam eder. Dolayısıyla sigortalı; sigortacı tarafından karşılanmayan zarar varsa bu zararın, zarar veren 3. kişi tarafından tazmin edilmesini talep edebilir. Örneğin sigortalının, trafik kazası sonucu arabasında meydana gelen 50.000 liralık zararın 30.000 lirasını sigortacı karşılamışsa geri kalan 20.000 liralık miktarı sigortalı, kazaya sebep olan karşı taraftan talep edebilir. Burada sigortacı 30.000 liralık miktar için, sigortalı da 20.000 liralık miktar için karşı tarafa başvurabilir. Yani sigortalı halefiyet ilkesi gereğince hem sigortacıdan 30.000 lira alıp hem de karşı taraftan 50.000 lira talep edememektedir. Böyle olursa sigortalı araç sahibi 50.000 liralık zararına karşın 80.000 lira alarak zenginleşmiş olur ki bu da zenginleşme yasağına aykırı olur. Bu nedenle halefiyet ilkesi, zenginleşme yasağının uygulanması için önemli bir işlev görür. Bu örnekte olduğu gibi insanlar 50.000 liralık zarara karşı 80.000 lira gibi zararlarının üzerinde miktarlar alsalardı herkes rizikonun gerçekleşmesi için çalışırdı fakat halefiyet ve zenginleşme yasağı ilkeleriyle sigortalıların rizikonun gerçekleşmesini arzu etmeleri önlenmiş olmaktadır.

       Ayrıca halefiyet ilkesi sayesinde sigortacı ödediği sigorta tazminatını kısmen de olsa 3. kişilerden karşılayabildiği için bazı sigorta türlerinde buna uygun olarak primlerini düşük belirlemektedir. Bunun aksine halefiyet gereğince ödenen sigorta tazminatının karşılanasının güç olduğu sigortalarda ise primlerin hesabı buna göre yapılmaktadır.

       Son olarak sigortacının rücu hakkında karıştırılan bir meseleye de değinmek istiyorum. Karayolları zorunlu mali mesuliyet sigortasında tabiri diğerle trafik sigortasında sigortacı sigorta tazminatı için 3. kişiye değil sigortalının kendisine rücu davası açar. Dikkat edilecek olursa yukarıda verdiğimiz örneklerde sigortacı 3. kişilere rücu davası açarken trafik sigortasında sigortalının kendisine rücu etmektedir. Yani arabasıyla bir kazaya karışmış kimsenin 3. kişilere verdiği zararı sigortacısı karşılar ve sonrasında bazı durumlarda bu karşıladığı miktarı sigortalısından geri ister. Fakat bu durum bazı durumlarda söz konusu olur. Bu bazı durumlar Trafik Sigortası Genel Şartlarının B.4 maddesinde belirtilmiştir. Bunlar:
  1.  Tazminatı gerektiren olay, sigortalının veya eylemlerinden sorumlu olduğu     kişilerin kasti bir hareketi veya ağır kusuru sonucunda meydana gelmiş ise,
  2. Tazminatı gerektiren olay, aracın ilgili mevzuat hükümlerine göre gereken ehliyetnameye sahip olmayan veya geçerliliğini yitirmiş sürücü sertifikasına sahip ya da ehliyetine geçici/sürekli el konulmuş kimseler tarafından sevk edilmesi veya trafik kurallarının ağır kusur ile ihlali sonucunda meydana gelmiş ise,
  3. Aracın, uyuşturucu madde veya ilgili mevzuatta belirlenen seviyenin üzerinde alkollü içki almış kişilerce veya aynı mevzuatta alkollü içki alamayacağı belirtilen kişilerce alkollü içki alınmak suretiyle kullanılması sırasında meydana gelen zararlar,
  4. Tazminatı gerektiren olay, yolcu taşımaya ruhsatlı olmayan araçlarda yolcu taşınması veya yetkili makamlarca tespit edilmiş olan istiap haddinden fazla yolcu veya yük taşınması veya patlayıcı, parlayıcı ve tehlikeli maddeleri taşıma ruhsatı bulunmayan araçlarda, bu maddelerin parlama, tutuşma ve infilakı yüzünden meydana gelmiş ise,
  5. Sigortalının rizikonun gerçekleşmesi halinde bu genel şartların B.1. maddesinde belirtilen yükümlülükleri yerine getirmemesinden dolayı zarar ve ziyan miktarında bir artış olursa,
  6. Tazminatı gerektiren olayın aracın çalınması veya gasp edilmesi sonucunda olması halinde, çalınma veya gasp edilme olayında sigortalının kendisinin veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin kusurlu olduğu tespit edilirse,
  7. Bedeni hasara neden olan trafik kazalarında sigortalının veya eylemlerinden sorumlu olduğu kişilerin,  tedavi veya yardım amaçlı sağlık kuruluşuna gitme, can güvenliği nedeniyle uzaklaşma gibi zorunlu haller hariç olmak üzere, olay yerini terk etmesi veya kaza tutanağı, alkol raporu vb. kazanın oluş koşullarına ilişkin gereken belgelerin düzenlenmesi yükümlülüğüne aykırı davranması halleridir.
Av. Turan ÖZKAYA
 ....................................................................................
*Bu yazıda halefiyet ilkesini genele hitap edecek şekilde basit ve anlaşılır olarak yazmaya çalıştım. Sigortacılıkta halefiyet ilkesinin daha hukuki ve teknik boyutlarına ise "sigorta hukukunda halefiyet" yazısında değindim.


Sigortacılıkta Zenginleşme Yasağı İlkesi

Sigortacılıkta Zenginleşme Yasağı İlkesi

zenginleşme yasağı turan özkaya

       Sigorta hukukunda zenginleşme yasağı, sigorta ettirenin sigorta sözleşmesini kullanarak zenginleşemeyeceğini ifade eder. Zenginleşme yasağı ilkesi zarar sigortaları için geçerli olmakla birlikte  meblağ sigortaları için geçerli değildir. Zarar sigortalarında sigortalının zararı -yani malvarlığı değerlerinde meydana gelen eksilme- giderilir fakat malvarlığı değeri önceki değerine göre  artırılmaz. Bu husus Ticaret Kanunumuzun 1459. maddesinde düzenlenmiştir. 1459. madde "Sigortacı, sigortalının uğradığı zararı tazmin eder." demek suretiyle sigortacının sadece sigortalının uğradığı zararı tazmin etmekle yükümlü olduğunu ifade etmiştir.

       Sigorta sözleşmeleri, sigorta yaptıranlarca zenginleşme amacıyla kullanılamaz aksi takdirde sigorta sözleşmelelerinin bahis ve kumardan bir farkı kalmaz. Ticaret Kanunumuz sigorta yaptıranların sigorta sözleşmelerini kullanarak zenginleşmelerini önlemek için bir takım kurallar düzenlemiştir. Bunlar:

1) TTK m. 1463 aşkın sigorta
2) TTK. m. 1467 çifte sigorta
3) TTK. m. 1472 halefiyet ilkesi düzenlemeleridir.

       Ticaret Kanunu'nun yaptığı bu özel hukuk düzenlemelerinin yanı sıra ayrıca sigortalıların bu ilkeye aykırı olarak yaptığı işler, çoğu zaman Türk Ceza Kanununa göre de suç oluşturduğu için hapis cezasına da çarptırılabilmektedirler. Örneğin sigortalının aynı değeri aynı zaman içerisinde birden fazla sigortacıya sigortalatarak hepsinden sigorta tazminatını alması TCK'ya göre dolandırıcılık suçunu da oluşturabilir. Ve bunun sonucunda kişi hiç bir tazminat alamamakla birlikte hapis cezasına da çarptırılabilir.

Av. Turan ÖZKAYA

PİYASA NEDİR VE ÇEŞİTLERİ NELERDİR?

PİYASA NEDİR VE ÇEŞİTLERİ NELERDİR?


1) Piyasa 





       Piyasa, alıcı ve satıcıları bir araya getiren ve onların bilgi alışverişinde bulunarak iş yapmalarını sağlayan düzenlemedir(1).

2) Faktör piyasası, Ürün piyasası, Döviz piyasası


       Faktör piyasalarında emek karşılığında ücret, doğal kaynaklar karşılığında rant, sermaye karşılığında faiz ve girişimcilik karşılığında kar elde edilir.

       Firmalar faktör piyasalarından satın aldıkları kaynaklarla mal ve hizmet üretirler ve bunlarıda kar amacıyla ürün piyasasında satarlar.

       Döviz piyasası ise dövizin alınıp satıldığı ve böylece döviz fiyatlarının belirlendiği piyasalardır.

3) Reel piyasalar ve Mali(finansal) piyasalar


       Mal ve hizmetler ile bunları üretmek için kullanılan üretim faktörlerinin alım satımını gerçekleştiği piyasalara reel piyasalar denir.

       Fon talep edenlerle fon arz edenlerin buluştuğu bu çerçevede finansal kaynakların el değiştirdiği piyasalar finansal(mali) piyasalardır(2).

FİNANS, FİNANSMAN VE FİNANSAL SİSTEM NEDİR?


       Finans: Şahıs veya işletme giderleri için ihtiyaç duyulan fonların uygun koşullarla sağlanması ve etkin bir şekilde kullanılması ile ilgili faaliyetlerdir.

       Finansman: Bir işletmenin tüm aktifleri ile diğer harcamaları için gerekli olan kaynağı sağlama faaliyetine veya kişilerin giderlerini karşılayabilmek amacıyla ihtiyaç duyduğu parayı temin etmelerine finansman adı verilmektedir(3).

       Finansal sistem: Bir ekonomide belli kişi ya da kurumların, piyasaların, araçların ve organizasyonların, çeşitli finansal fonksiyonlarını yerine getirmek için, bir araya gelmeleriyle oluşan bütündür.

Finansal sistemde fon akışı doğrudan veya dolaylı finansman şeklinde olur.

       Doğrudan finansmanda borç alanlar, finansal piyasalardaki borç verenlere menkul kıymetler(finansal araçlar) satarak doğrudan fon sağlarlar. Söz konusu menkul kıymetler, borç alanın gelecekteki geliri veya varlıkları üzerindeki hak iddialarını temsil ederler. Menkul kıymetler satın alanlar için bir varlık ancak onu satan bireyler ve firmalar açısından ise bir  yükümlülüktür(yani borç senetleri veya borçtur).

FİNANSAL PİYASALARIN YAPISI





Bir şirket veya birey finansal piyasadan iki şekilde fon sağlayabilir.

       En yaygın yöntem tahvil gibi bir borçlanma enstrümanı çıkarmaktır ki, bu enstrümanlar, borç alan kişinin bu enstrümanları elinde bulunduranlara düzenli aralıklarla ödemelerde(faiz ve anapara ödemeleri) bulunmasını sağlayan bir tür sözleşmedir. Söz konusu ödemeler faiz ve anapara ödemeleridir ve nihai ödemenin yapılacağı itfa gününe kadar sürecektir. Bir borçlanma enstrümanının vadesi enstrümanın geçerlilik süresinin sona ereceği tarihe kadar geçen süreyi ifade eder. Vadesi 1 yıldan kısa süreli ise kısa vadeli, 10 yıl veya daha uzun süreli ise uzun vadeli, 1 ila 10 yıl arasında ise orta vadeli olarak adlandırılır.

       Fon yaratmanın ikinci yöntemi ise bir işletmenin net karını(giderler ve vergilerden sonraki kazanç) ve varlıklarını paylaşmayı taahhüt eden hisse senedi çıkarmaktır. Eğer bir anonim şirketin 1 milyon hisse senedinden birine sahipseniz şirketin net karının ve varlıklarının 1 milyonda biri üzerinde hak sahibisiniz demektir. Hisse senetleri senedi elinde bulunduranlara  belirli aralıklarla ödeme yapar(temettü) ve itfa tarihi söz konusu olmadığından uzun vadeli menkul kıymet olarak kabul edilirler. Ayrıca bir hisseye sahip olmak demek şirketin bir kısmına sahip olmak anlamına geldiğinden şirketin önemli kararlarında oy kullanma ve yöneticilerini seçme hakkında verir. Her ne kadar ortalama bir insan diğer finansal piyasalara nazaran hisse senedi piyasasından daha haberdar ise de, borçlanma piyasasının hacmi genellikle hisse senedi piyasasından daha büyüktür.

Finansal Sistemde Birincil ve İkincil Piyasalar


       Birincil piyasalar, tasarruf sahiplerini tahvil ve hisse senedi gibi hak temsil eden belgeleri doğrudan doğruya ihraç eden kuruluşların veya bunlara ihraçta aracılık eden kurumlardan alabildikleri piyasalardır. Birincil piyasada öenimli olan menkul kıymetleri ihraçtan almaktır. Arada bir banka veya aracı kurum bulunması bu alımın birincil piyasa da olmasına mani değildir(4).

       İkincil piyasalar, menkul kıymetleri ihraçtan alanlar bunları paraya çevirmek istedikleri takdirde, sonsuz vadeli belgelerde(hisse senetlerinde) hiç bir zaman; orta ve uzun vadeli belgelerde (tahvillerde) ise vadeden önce, bunları ihraç eden kuruluşa rücu edemezler. İkincil piyasa  bu durumdaki menkul kıymetlerin paraya çevrilmesini sağlayan piyasadır(5). İkincil piyasalar hisse senedi piyasaları, döviz piyasaları, vadeli işlem piyasaları ve opsiyon piyasalarıdır. 

       Menkul kıymet brokerları ve aracıları iyi işleyen bir ikincil piyasa için hayati öneme sahiptir. Brokerlar yatırımcıların temsilcisi olarak menkul kıymetlerin alıcı ve satıcılarını buluştururken; aracılar ise menkul kıymetin belirlenmiş bir fiyattan alış ve satışını gerçekleştirmek suretiyle alıcı ve satıcıyı bir araya getirir.

       Bir yatırımcı, ikincil piyasada menkul kıymet satın aldığı zaman bedelini o menkul kıymeti satan ve kendisine teslim eden kişiye öder. Fakat menkul kıymeti ihraç eden kurum bu işlem sonucunda yeni bir fon elde etmez. Bir şirketin yeni bir fon elde etmesi için kendisine ait menkul kıymetlerin birincil bir piyasada ilk defa satılması gerekir.

       İkincil piyasalar iki önemli işlev görürler:

1) Menkul kıymetlerin kolay ve hızlıca satışına imkan sağlayarak finansal enstrümanların daha likit olmasını sağlar.
2) İhraç eden kurumun birincil piyasada sattığı menkul kıymetin satış fiyatını belirler.

       İkincil piyasada menkul kıymetlerin fiyatları ne kadar yüksek olursa, birincil piyasa da şirketin elde edeceği fiyat da o kadar yüksek olacaktır ve sonuç olarak şirket, finansal sermayesini daha da artırabilecektir.

       İkincil piyasalar iki şekilde organize edilebilir:

       Birinci yöntem, menkul kıymetlerin alıcı ve satıcılarının(temsilci ya da aracılarının) alım satım yapmak üzere merkezi bir yerde toplandığı borsalardır. Hisse senedi borsaları veya emtia borsaları.

       İkinci yöntem, farklı yerlerde bulunan ve elinde alım ve satıma hazır menkul kıymet stoku bulunan işlemcilerin, kendilerine gelen ve fiyatlarını kabul eden kişilere satış yaptığı tezgah üstü piyasalardır. Tahvil piyasası, devredilebilir mevduat sertifikası, federal fonlar, banka kabullü poliçe ve döviz gibi diğer finansal enstrümanların alım satımının yapıldığı piyasalar bulunmaktadır.

Finansal Piyasa, Para ve Sermaye Piyasaları Olarak İkiye Ayrılır



       Para piyasası, sadece kısa(genellikle bir yıldan daha az) vadeli borç enstrümanlarının ticaretinin yapıldığı bir finansal piyasadır.

       Sermaye piyasası ise uzun(genellikle bir yıl veya daha uzun) vadeli borç ve hisse senedi enstrümanlarının ticaretinin yapıldığı piyasadır. Sermaye piyasası enstrümanları, bir yıldan daha fazla vadeye sahip borçlanma ve hisse senedi enstrümanlarıdır. Para piyasası enstrümanlarına nazaran daha fazla fiyat dalgalanmaları gösterdiklerinden daha riskli araçlardır.


SERMAYE PİYASASI ARAÇLARI NELERDİR?


       6362 sayılı SPKn(Sermaye Piyasası Kanunu) 3. maddesinin "ş" bendinde sermaye piyasası araçlarının neler olduğu düzenlenmiştir. Anılan bende göre sermaye piyasası araçları: 
1) menkul kıymetler
2) türev araçlar
3) yatırım sözleşmelerini
4) Kurulca belirlenen diğer sermaye piyasası araçları olarak sayılmıştır. 

1) Menkul Kıymetler


       Menkul kıymetler SPKn. m. 3/o'da sayma yoluyla belirlenmiştir. Kanuna göre menkul kıymetler:
a) paylar, pay benzeri diğer kıymetler ile söz konusu paylara ilişkin depo sertifikalarını,
b) borçlanma araçları veya menkul kıymetlendirilmiş varlık ve gelirlere dayalı borçlanma araçları ile söz konusu kıymetlere ilişkin depo sertifikalarını ifade eder.


2) Türev Araçlar


       Değeri başka bir finansal varlığın veya malın değerine doğrudan bağlı olan finansal araçlar türev araç olarak adlandırılmaktadır. Türev araçlar, dayanak varlığın sahipliğinin el değiştirmesine gerek olmaksızın bu varlıkla ilgili hak ve yükümlülüklerin ticaretine imkân sağlar(6). Türev araçlar aynı zamanda vadeli işlemler olmakla birlikte forward, futures, options ve swap işlemleridir.

Av. Turan ÖZKAYA

www.ozkayalaw.com


1) Tümay ERTEK, Temel Ekonomi, Beta Yayınları, 3. baskı, 2013, İstanbul, s. 31
2) Tekin MEMİŞ-Gökçen TURAN, sermaye piyasası hukuku, seçkin yayınları, 3. baskı, Ankara, 2017, s. 27.
3) http://finansveforex.com/finans-finansman-nedir-farklari-nelerdir.html
4) Muharrem KARSLI, Sermeye Piyasası Menkul Kıymetler, Alfa yayınları, 5. baskı, 2004, İstanbul, s. 31.
5) KARSLI, a.g.e., s. 31.
6) https://www.google.com.tr/url?sa=t&source=web&rct=j&url=http://www.selcuk.edu.tr/dosyalar/files/074/finansal%2520teknikler.pdf&ved=2ahUKEwiqmM7ltZXcAhXLFsAKHZHLBkEQFjAAegQIBBAB&usg=AOvVaw34dICcgpu_742tbsGzGHHR

RENE DESCARTES VE YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA KİTABI

RENE DESCARTES VE YÖNTEM ÜZERİNE KONUŞMA KİTABI

Descartes; Galileo ve Bacon ile 17. yüzyılda Aristo'nun geleneksel kıyas yöntemine karşı çıkmış aydınlanmacı bir filozoftur.


       Descartes; Galileo ve Bacon ile 17. yüzyılda Aristo'nun geleneksel kıyas yöntemine karşı çıkmış aydınlanmacı bir filozoftur. Descartes kıyasın insana yeni bilgiler kazandırmayan kısır bir metot olduğunu iddia etmiştir. Zamanına kadar Aristo'nun metoduna sıkı sıkıya bağlı olarak yazılan kitapların içeriğinin güvenilmez ve aldatıcı olduğunu savunmuş ve bu davranışıyla zamanının hakim düşüncesine karşı bayrak açmıştır. Otoritelere karşı çık(a)mayarak onları eleştir(e)memenin insanların gerçeğe ulaşma yolundaki en büyük engelleri olduğunu söylemiş ve bunu da hür olmayan düşünce,  hakikate ulaştırıcı düşünce değildir diyerek dile getirmiştir. 

       Descartes'ın zamanının bilimlerine ve düşünce tarzına yönelttiği eleştirilerden alacağımız örnekler olduğunu düşünüyorum. Yöntem Üzerine Konuşma kitabında Descartes yaptığı eleştirilerinin nedenini ve kendisinin önerdiği metodu anlatmaktadır. Dolayısıyla bu kitap oldukça değerli bir kitap. Bu düşüncemden hareketle Yöntem Üzerine Konuşma kitabını okuduğumda altını çizdiğim noktaları bu yazıda paylaşacağım. Ayrıca belirteyim ki kırmızı renkli kısımlar Yöntem Üzerine Konuşma kitabından değildir. Descartes'ın düşünceleri üzerine hayli düşünülmesi ve bunlar üzerine yazılar yazılması gerekir kanaatimce. Zannediyorum bende bir kaç tane daha yazı yazacağım.   


I. BÖLÜM

1) "... görenekleri inceleyen eski pagan yazılarını yalnızca kum ve çamur üzerine kurulmuş çok ince ve çok görkemli saraylarla karşılaştırıyordum."

2) "İnanç yolu daha bilgisiz olanlara daha bilgili olanlardan daha az açık değildir."

3) "Ancak örneklemeyle ve alışkıyla inandırılmış olduğum hiç bir şeye tam tamına inanmamayı öğreniyordum ve böylece doğal ışığımızı(sağduyumuzu) karartabilen ve bizi doğruyu anlamaya daha az yatkın kılabilen pek çok yanlıştan kendimi yavaş yavaş kurtarıyordum."



II. BÖLÜM


1) "Kitaplardaki bilimlerin, en azından nedenleri olası olmaktan öteye geçmeyen ve hiç bir göstermede bulunmayan, çeşitli kişilerin görüşleriyle yavaş yavaş oluşturulmuş ve şişirilmiş olan bilimlerin, kendini ortaya koyan şeyler üzerine sağduyulu bir insanın doğal olarak yapabildiği basit usavurmalardan doğruya daha yakın olmadığını düşündüm."

2) "Çocukluk dönemimizde uzun süre genellikle birbirine karşıt olan ve belki de ne biri ne öbürü bize her zaman en iyiyi gösterebilen isteklerce ve öğretmenlerce yönetildik ... kadar arı ve sağlam olması olanaksızdı." 

3) "... bizi inandıran şey, herhangi bir kesin bilgiden çok alışkı ve örnektir; bununla birlikte görüşlerin çokluğu ortaya çıkarılması biraz güç doğrular için hiç de değerli bir kanıt değildir, çünkü bir toplumdan çok, tek bir adamın onları ortaya çıkarması çok daha olasıdır; böylece görüşleri  başkalarının görüşlerinden üstün tutulabilecek tek bir kimse göremiyordum, bu durumda kendi yolumu kendim bulmak zorunda kaldım."


DECART'IN DÖRT KURALI

"... mantığı oluşturan çok sayıda kural yerine dört kuralın bana yeteceğine inandım, yeter ki onlara uymaktan bir kere bile geri kalmamak konusunda sağlam ve değişmez bir karar almış olayım."

1) Doğruluğunu apaçık bilmediğim bir şeyi doğru diye almamak (APAÇIKLIK KURALI)

Apaçıklık kuralı, bizzat kendi tarafımızdan doğruluğu apaçık olarak tanınmamış olan hiç bir fikrin doğruluğunu kabul etmemektir.

a) Yanılmanın dıştan sebebi başkalarının sözüne itimattır. 
Bir şey bizzat bizim tarafımızdan açık ve seçik olarak tanınmadıkça onu doğru kabul etmemeliyiz.
Açıklık; şüpheyi ortadan kaldıracak derecede tam bilginin vasfıdır.
Seçiklik; fikrin başka fikirlerden ayırt edilmesidir.

Otorite altına gizlenen düşünce esaretinden kurtulmanın yolu "hür olmayan düşünce, düşünce değildir " fikrini takip etmektir. 

Bizim tarafımızdan hür düşünüşle elde edilemeyen fikirlerin doğruluklarından her zaman şüphe edebiliriz. 
b) Yanılmanın içten sebebi ise ihtiraslarımızdır. Bundan kurtulmak için, hükmü mümkün olduğu kadar sonraya bırakmalıdır.  

2) İnceleyeceğim güçlüklerden ve her birini alabildiğince parçalara ayırmak ve onları en iyi çözümlenebilecek duruma getirmek. (ANALİZ KURALI)

Bir bütünü unsurlarına ayırmaktır. Zihinde kavramların analiz yoluyla unsurlarına ayrıldığı görülmektedir. Analizin gayesi basitleştirmektir, böylelikle anlamayı kolaylaştırmaktır.

3) Düşüncelerimi en basit ve tanınması en kolay olan nesnelerden başlayarak ve yavaş yavaş, derece derece ilerleyerek en karmaşık bilgilere kadar götürmek ve doğal olarak birbiri ardından gelmeyen şeyler arasında da bir düzen varsaymak. (SENTEZ KURALI)

Unsurları birleştirerek bütün meydana getirmektir. Sebepleri kullanarak neticenin nasıl açıklandığını gösterir.

4) Her yerde bütünsel saymalar ve en genel gözden geçirmeler yaparak hiçbir şeyi dışta bırakmadığımdan emin olmak. (SAYMA KURALI)

Yapılan zihni işlemlerde hiçbir şeyin unutulmadığını görmek için, tam saymalar yapmak ve unsurların hepsini sık sık gözden geçirmektir.  



TURAN ÖZKAYA